Kültür maddî ve manevî unsurlardan oluşur. Kültür denilince; dil, tarih, edebiyat, inanç, örf, adet, gelenek, görenek, giyim, kuşam, mutfak, yemek, dokumacılık, sanat, hukuk, tarım, dünya görüşü, destanlar, mitoloji gibi birçok öğe akla gelir. Kültür, insanlar ve topluluklar tarafından oluşturulur, yaşanır, yaşatılır ve yayılır. Kültürün yayılması, başlangıçta sözlü ve geleneksel yaşantı ile sağlanırken daha sonraları çeşitli şekil ve yazılarla kayda geçirilerek sürdürülmüştür. Bugün ise daha çok eğitimle devam ettirilmektedir.
1950-1960’lı yıllarda çocukluğumda (Kahramanmaraş) Elbistan’da evlerde su, elektrik, radyo, televizyon yoktu. Suyu çeşmeden getirirdik. Yanılmıyorsam elektrik 1965’lerde geldi. O zamana kadar idare, gaz lambası, lüks gibi aydınlatma araçları kullanılırdı. Yemek yapmak ve ısınmak için ocaklarda odun kullanılırdı. Sobalar, sabah ve akşam bir defa yakılırdı. Sabah kalktığımızda pencereden dışarı görülmezdi; çünkü cam buz tutardı: Camın buzlanmasıyla çok güzel çiçek motifleri oluşurdu ki hayret ederdik.
Radyo ve televizyon olmadığı için uzun kış gecelerinde komşu bir evde toplanılır; az bir odunla soba yakılır ve odunlar yanıp köz haline gelince mangala alınırdı ve onunla ısınılırdı. Hatta çok soğuklarda içinde köz olan mangal, hatıl ve tahtadan gelişi güzel yapılmış -tahminen 80×80 cm ebadında- küçük bir masanın altına konur, masanın üstüne de yorgan atılırdı. Odada bulunan herkes masanın etrafına oturup ayaklarını masanın altına sokar ve yorganı beline kadar çekerek ısınmaya çalışırdı.
Misafir gidilen evde eğer çerezlik bir şeyler varsa getirilir, onlar yenirdi. Çay pek bulunmazdı; varsa sulandırılmış pekmez veya gülsuyu şerbeti içilirdi.
Bu sırada çocuklardan/ gençlerden biri Köroğlu Destanı, Hz. Ali Cengi, Kerem ile Aslı gibi çeşitli kitaplar okur ve herkes de heyecanla dinlerdi. Yaşlılar, başlarından geçen bir olayı ya da bildikleri masal veya hikâyeleri anlatırlardı. Yörede yaşanan bazı olaylara veya ölümlere ilişkin yazılan, halkın “destan” dediği birçoğu “ağıt” olan şiirler okunur, herkes hüzünlü ve ağlamaklı olurdu.
Bu ağıtlar, bağırarak okuyan destan satıcıları tarafından çarşıda, cadde ve sokaklarda satılırdı. Destan satıcıları, önceleri kendi tabiî sesleriyle okurlarken, sonraları megafonla okumaya başladılar. Matbaada bir sayfalık saman kâğıda basılan şiirler, o yıllarda 5 kuruştan satılırdı.
Burada Nevruz’un da Hıdırellez’in de şehir halkı tarafından -hava durumuna göre- “Suçatı” denilen yerde çok coşkulu ve heyecanlı bir şekilde kutlandığını belirtmek isterim.
Sinemaya da giderdik; özellikle Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan gibi tarihi filmleri -sanki filmin kahramanı bizmişiz gibi- yaşayarak seyrederdik.
Tekrar kültürümüze dönersek; Prof.Dr. Mehmet ERÖZ, “Türk Kültürü Araştırmaları” adlı eserinde; “Orta Asya’da kışlalar ve hayvanlar ferdi mülkiyet, mer’alar, yaylalar ve misafir çadırı müşterek mülkiyet konusudur. Bu müştereklik töreden gelme bir şekildir… O, Türk içtimai muhitinde, Türk kültürünün, töresinin, tarih boyunca şekillendirdiği bir müessesedir, milli bir vakıadır… (s.54-55).
Sosyoloji ve sosyal antropolojide, cemiyet ve cemaatlerin maddi kültür unsurları üzerinde, maddi olmayan kültür unsurlarının tesirinden bahsedilir. Bir yemeni, bir yazma, bir para kesesi, bir halı, bir kilim sadece bir eşya değildir. Onların üzerindeki işlemeler, nakışlar, süsler, birer göz nuru ve emek mahsulüdür, ustasının zevkini, kabiliyetini, maharetini, gösterdiği gibi, o cemiyetin kültürünün de aynasıdır. (s.152)
Örf-adet, gelenek ve milli kültürü teşkil eden töre ve diğer ruhi, bedeni amiller gibi sosyolojik, psikolojik ve diğer tabii faktörler, milletlerin birbirinden bariz farklarla ayrılmasına sebep olan tesir edicilerdir… Milletlere mahsus olan bu karaktere bu seciyeye, ‘milli seciye’ adı verilir. Durkheim, milli şuurun, maşeri vicdanın, çok ağır bir şekilde, asırlar boyu meydana geldiğini ve bir defa teşekkül ettikten sonra kolay kolay yıkılmadığını söyler (s.174).
Eski Türk düğünlerinde, gelinler üç etekli ve ‘edik’li olurlardı. Üç etek, ata binmede kolaylık sağlayan, Orta Asya’dan getirilme kadın ve erkek giyimidir. Toroslar’da, ihtiyar Yörük erkeklerinin de üç etek giydiğini görmüştük. Osmanlı’larda da bu giyim vardı. ‘Edik’ yumuşak kırmızı meşinden yapılmış kısa konçlu bir çizmedir. …Göktürkler bu çizmeyi giyiyor ve adına ‘edük’ diyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un eserinde ‘etük’ diye geçiyor ve dokuz yüzyıl önce Orta Asya ulusu ve uruklarının bu çizmeyi giydiği anlaşılıyor (s.179-180).” (YY: Edik, Kahramanmaraş’ta hâlâ imal edilmekte ve satılmaktadır.)
Prof.Dr.Ahmet B.ERCİLASUN “Türkçüler Turancıdır” başlıklı yazısında (16/02/2020, Yeniçeğ); “…Ruhlardaki manevi güçten sonra donanım gelir. Her Türk, bilgi ve kültürle kendini donatacaktır, donatmalıdır. Bilgi ve kültür olmadan hiçbir şey olmaz. Kişiler, ancak bilgi ve kültürle manevi bir varlık hâline gelirler, insan olurlar.
Bilgili ve kültürlü Türk ne kadar çok olursa, bilim ihtiyacı da o kadar derinden hissedilir. Bağımsız Türk devletlerinin yükselmesi için de, birleşebilmeleri için de, Türk birliğinin sürekliliğinin sağlanması için de bilim şarttır. Bilimde birinci olan ülke dünyayı yönetme hakkına sahip olur. Her Türk’ün tek tek bilgi ve kültürle donanması, Turan ülkesinin de bilimde öncü olması, bu sayede Turan’ın sürekliliğinin sağlanması da Turancılığın üçüncü basamağıdır.
Bilgi ve bilimde yükselmenin sonu yoktur. Bilimdeki gelişmeler kıyamete kadar devam edecektir. Türkçülerin hedefi, bilimdeki gelişmelerde öncü olmak, böylece Turan’ın kalkınmış ve müreffeh bir ülke olmasını sağlamaktır.
Turan’ın müzeleri, Turan’ın üç boyutlu film ve dizileri, Turan’ın resim ve heykelleri, Turan’ın opera ve senfonileri, Turan’ın şiir, roman ve destanları yalnız Türklerin değil bütün insanların ruhlarını coşturmalıdır.”
“Milliyetçilik üzerine” başlıklı diğer bir yazısında da (24/01/2021, Yeniçağ); “Türk milliyetçisi, uzak ve yakın tarihten gelen bütün maddi varlıklarını koruyup gözetir. Tarihî camilerini, köprülerini, konaklarını, yalılarını koruyup yaşatır…
Türk milliyetçisi, bütün kültür varlıklarını koruyup geliştirmeye çalışır. Ninni, şarkı, türkü, masal, efsane, destan; zeybek, halay, bar, horon… Müzik aletlerinden yeme içmeye kadar bütün varlıklar ve gelenekler milliyetçilerin ilgi alanına girer. Onları hem özgün biçimleriyle koruma altına alır, hem de bilimin ve teknolojinin getirdiği yeni imkânlarla geliştirir, olgunlaştırır, güzelleştirir.
Türk milliyetçisi, eski yeni demeden bütün sanat eserlerini, bütün edebiyat ürünlerini benimser; bütün tür ve üslupların geliştirilmesi; sinema, televizyon, genel ağ (internet) ortamlarına uyarlanması için çalışır.
Türk milliyetçisi, milletini yükseltmenin yolunun bilimden geçtiğini bilir, ülkesinde bilimin yayılması için çalışır. Ülkenin yönetiminde bulunuyorsa bilimi ana politika olarak benimser. Bilim adamlarının sayısını, seviyesini, maddi refahını yükseltmeyi öne alır.” demektedir.
Yukarıda anlattığım çocukluk hatıralarımı düşündüğümde, demek ki farkından olmadan kültür aktarması yapılıyormuş!..